Erik Rodgers’ın yazıp yönettiği Johnny 316, düşük bütçeli, bağımsız bir film olarak dikkat çeker. Başrollerde Vincent Gallo’nun canlandırdığı “Johnny” karakteri, modern bir şehirde İsa Mesih’i andıran bir figür olarak karşımıza çıkar. Film, bariz dini sembollerle örülmüş olsa da, bu yüzeyin altında derin bir psikolojik tematik yapı gizlidir: yabancılaşma, aidiyet arayışı, narsistik kırılma, delilik ve varoluşsal yalnızlık.
Johnny karakteri, sokaklarda İncil dağıtan, kimse tarafından dinlenmeyen ve dışlanan bir adamdır. Psikolojik açıdan bu, Marxist anlamdaki yabancılaşma kavramıyla örtüşür: bireyin hem toplumsal ilişkilerinden hem de kendisinden kopması. Ancak bu durum sadece sosyolojik değil, aynı zamanda varoluşsal bir çöküşü temsil eder. Albert Camus’nün “Yabancı”sındaki Meursault gibi, Johnny de çevresine karşı pasif ve kopuktur.
Film boyunca Johnny'nin insanlarla kurduğu ilişkiler yüzeysel kalır. Ona acıyanlar vardır, ama onu gerçekten anlamaya çalışan yoktur. Psikolojik olarak bu, temel güven eksikliğiyle açıklanabilir (Erik Erikson). Johnny'nin geçmişi hakkında bilgi verilmemesi de onun iç dünyasının köksüzlüğünü ve bağ kuramayan bir yapı geliştirdiğini düşündürür.
Johnny'nin İncil dağıtması, bir tür kutsal görev gibi sunulur. Ancak zamanla bu eylem, bir delilik belirtisi gibi görünmeye başlar. Burada “şizotipal kişilik bozukluğu” ya da daha geniş bir ifadeyle paranoid şizofreni spektrumuna ait semptomlar görülür. Gerçekliğin Johnny için ne olduğu belirsizleşir. İnanç, onun için bir iletişim biçimi değil, daha çok bir monologdur.
Film, Johnny’nin inancını sorgulamaz ama onu izole eder. Bu izolasyon, onun inancı uğruna çektiği acının mı yoksa akıl sağlığının bozulmasının mı bir sonucu olduğunu izleyiciye bırakır. Psikolojide bu tür durumlar genellikle psikotik inanç sistemleri ile açıklanır. Johnny’nin çevresiyle kurduğu mantık dışı bağlar, bir anlamda onun iç dünyasının çöküşünü simgeler.
Johnny'nin karşılaştığı genç kadın karakter (Sally), onun yalnızlığını kıran tek kişidir. Ancak bu ilişki de simetrik değildir. Johnny, Sally'e karşı bir tür idealleştirme eğilimi gösterir. Bu, narsistik kırılma yaşayan bireylerde sık görülen bir savunma mekanizmasıdır. Kendini yetersiz, önemsiz ve değersiz hisseden birey, dış dünyaya bir “kurtarıcı” projekte eder. Sally, Johnny’nin içsel boşluğunu doldurmak üzere seçilmiş bir figür haline gelir.
Ne var ki bu idealizasyon, Johnny'nin gerçeklikten kopuşunu daha da derinleştirir. Sally'nin onun ilgisine karşılık vermemesi ya da sınır koyması, Johnny’de yoğun bir hayal kırıklığı yaratır. Bu, Freudyen anlamda “tekrar etme zorlantısı”dır: travmatik bir deneyimin, bilinçdışı bir şekilde yeniden sahnelenmesi. Johnny, geçmişteki kayıplarını yeniden yaşar.
Filmin Los Angeles sokaklarında geçmesi tesadüf değildir. Beton binalar, kalabalık ama ruhsuz insanlar, duygusal mesafeyi ve kopukluğu vurgular. Modern şehir, bireyin ruhsal yalnızlığını simgeler. Johnny'nin varoluşsal sancısı, sadece bireysel değil, aynı zamanda çağın hastalığıdır: insanın, toplum içinde yok oluşu.
Şehirdeki bu boşluk atmosferi, Johnny’nin içsel kaosuyla paralel gider. Burada Carl Jung’un “gölge” kavramı devreye girer. Şehir, Johnny’nin kendi bastırdığı karanlık yönlerini sürekli karşısına çıkarır. İnsanların onu görmezden gelişi, onun görünmezliğinin değil, bastırılmış varoluşunun bir yansımasıdır.
Johnny, geleneksel anlamda bir kahraman değildir. Hatta bir “anti-kahraman”dır. Onun yolculuğu, dışsal bir başarıya değil, içsel bir çürümeye çıkar. Existentialist filmlerde sıkça karşılaştığımız bu yapı, Johnny’nin kimlik arayışını çözümsüzlüğe sürükler.
Erich Fromm’un “kaçışlar”ından biri olan “uymazlık”, Johnny’de yoğun biçimde görülür. O, sistemin parçası olmak istemeyen, ama aynı zamanda başka bir aidiyet de kuramayan biridir. Ne toplumla barışıktır ne de tamamen ondan kopabilmiştir.
Film, Johnny’nin kim olduğu konusunda net bir cevap vermez. İzleyici, onun gerçekten bir tür modern peygamber mi, yoksa akıl sağlığı bozulmuş biri mi olduğuna karar vermek zorundadır. İşte bu ikilik, filmin psikolojik olarak en güçlü yönüdür. Çünkü psikoz ile mistisizm arasında her zaman ince bir çizgi vardır.
Johnny 316, dini ve varoluşsal temaları sade ama rahatsız edici bir biçimde işler. Psikolojik açıdan, bir bireyin sistemden, insanlardan ve hatta kendisinden koparak kimliksizleşmesini gözler önüne serer. Johnny karakteri, yalnızca modern çağın bir kurbanı değil, aynı zamanda kendi iç çelişkilerinin de hapishanesindedir.
Film, bilinç ile bilinçdışı, inanç ile delilik, bağlılık ile kaçış arasında salınan bir zihnin iç dünyasına cesurca girer. Bu anlamda, her izleyicinin Johnny’de kendi yalnızlığının bir yansımasını bulma ihtimali vardır. Çünkü Johnny, nihayetinde hepimizin bastırdığı bir “iç ses”tir.