Beğenilme arzusu, insan doğasının temel bileşenlerinden biridir. İnsan, sosyal bir varlık olarak doğduğu andan itibaren çevresiyle ilişki kurmak, kabul görmek, onaylanmak ve sevilmek ister. Bu ihtiyaç, psikolojik olarak bağlanma, güven, aidiyet ve kimlik gelişimi gibi hayati süreçlerle ilişkilidir. Ancak bu sağlıklı sosyal ihtiyaç, bazı bireylerde zamanla içsel bir zorunluluğa dönüşür: “Beğenilmeliyim, onaylanmalıyım, yoksa bir değerim yok.”
İşte bu noktada kritik bir soru ortaya çıkar:
“Kendini başkalarına beğendirme çaban gerçekten sana ait bir tercih mi, yoksa farkına varmadan içselleştirdiğin bir ruhsal baskının, toplumsal zorunluluğun ya da çocuklukta oluşmuş bir yaralanmanın sonucu mu?”
Bu yazı, bu soruya çok katmanlı bir bakış açısıyla yaklaşmayı hedefliyor. Psikodinamik kuramlar, gelişimsel süreçler, toplumsal normlar, modern kültür ve varoluşsal sorgulamalar ekseninde konuyu geniş bir çerçevede ele alacağız.
İnsan yavrusu, doğduğunda tümüyle bağımlı ve korunmasızdır. Hayatta kalabilmesi için annesinin (ya da bakım veren kişinin) ilgisine, sevgisine, bakımına ihtiyaç duyar. Bu nedenle, onay ve beğeni ihtiyacı, biyolojik bir zorunluluk olarak doğar.
John Bowlby’nin bağlanma kuramına göre çocuk, bakım vereninin ilgisine ulaşabilmek için çeşitli davranış stratejileri geliştirir: ağlama, gülümseme, uyum sağlama. Bunların amacı, sevgi ve güvenli bağ kurmaktır. Ancak çocuk bu ilgiyi tutarlı şekilde alamazsa, “sevilmek için uyum göstermeliyim” ya da “beğenilirsem kabul edilirim” gibi inançlar geliştirir.
Bu inançlar ileride bireyin beğenilme çabasının kaynağı haline gelir.
Sağlıklı düzeyde beğenilme arzusu, sosyal ilişkileri kolaylaştırır, aidiyet sağlar ve özsaygıyı destekler.
Nevrotik düzeyde beğenilme çabası ise bireyin kendini sürekli dış değerlendirmelere göre şekillendirmesine, kendine yabancılaşmasına ve içsel çatışmalar yaşamasına neden olur.
Sigmund Freud ve onu takip eden psikanalistler, bireyin kişilik yapısında bilinçdışı arzular, bastırılmış duygular ve süperego baskısı gibi içsel faktörlerin belirleyici olduğunu savunur.
Freud’un “süperego” kavramı, bireyin içselleştirdiği ahlaki normları, ebeveyn seslerini ve toplumsal değerleri temsil eder. Bu yapı, bireyi yönlendiren bir iç denetleyici gibi davranır. Eğer birey çocuklukta sürekli olarak:
“Aferin” almak için çabaladıysa,
Eleştiriyle cezalandırıldıysa,
Koşullu sevgiye maruz kaldıysa,
o zaman süperego şu inancı oluşturabilir: “Ancak beğenilirsem, işe yararım.” Bu inanç yetişkinlikte bireyin içsel zorunluluk haline dönüşür.
Karen Horney’e göre, çocuklukta yaşanan temel kaygı (güvensizlik, değersizlik) bireyi üç tip davranışa yöneltir: başkalarına doğru, başkalarına karşı ve başkalarından uzaklaşma. Beğenilme çabası, özellikle başkalarına doğru yönelme tarzının bir parçasıdır:
Uyumlu görünme
Kendi isteklerini bastırma
Sürekli güleryüzlü ve kabul edilebilir davranma
Bu davranışlar, beğenilmek için değil; reddedilmemek korkusuyla, yani bir tür içsel zorunlulukla yapılır.
İnsanlar sadece iç dünyalarına göre değil, içinde yaşadıkları toplumun normlarına göre de şekillenirler. Bu normlar bazen bireyde aşırı bir beğenilme zorunluluğu yaratır.
Kapitalist toplum, bireyi sürekli görünen, beğenilen, takdir edilen bir varlık haline getirir. Tüketim kültürü, reklamlar, sosyal medya, bireye sürekli şunu fısıldar:
“Daha güzel olmalısın.”
“Daha başarılı görünmelisin.”
“Seni fark etsinler!”
Beğeni artık sosyal medya beğenileriyle ölçülür. Bu da beğenilme arzusunu içsel bir değer olmaktan çıkarıp, dışsal bir zorunluluk, adeta bir hayatta kalma stratejisi haline getirir.
Kadınlar ve erkeklere yönelik kültürel beklentiler, beğenilme çabasını farklı şekillerde zorunlu hale getirir:
Kadınlar için fiziksel güzellik, zarafet, duygusal denge gibi özellikler.
Erkekler için güç, başarı, özgüven, liderlik gibi değerler öne çıkar.
Bu roller, bireylerin gerçek benliklerini bastırmalarına ve “olmaları gerektiği gibi görünme” çabasıyla yaşamalarına neden olur. Bu da beğenilme çabasını özgür bir seçim olmaktan çıkarır.
Beğenilmek için sürekli başkalarının beklentilerine göre yaşamak, bireyin kendinden uzaklaşmasına neden olur. Bu durum, içsel yabancılaşma olarak tanımlanır.
Donald Winnicott’a göre birey, toplumsal beklentilere karşılık vermek için bir “sahte benlik” geliştirir. Bu benlik, dışarıya uyumlu ve beğenilir bir yüz gösterir; ancak bireyin gerçek duyguları bastırılmıştır.
Sahte benlik: Beğenilmek için yaratılmıştır.
Gerçek benlik: İçten gelen, özgün, savunmasız ama canlı olandır.
Sahte benlik içinde yaşayan birey, beğenilme uğruna gerçek ihtiyaçlarını inkâr eder, zamanla kim olduğunu unutabilir.
Jean-Paul Sartre ve diğer varoluşçu filozoflara göre, kişi başkalarının bakışı altında kendi varoluşunu kaybedebilir. Bu duruma “başkalarının gözünde nesne haline gelmek” denir.
Sartre’a göre: “Başkalarının bakışı beni dondurur; beni kendim olmaktan çıkarır, başkalarının beklentilerine göre şekillenen bir role indirger.”
Bu da beğenilme arzusunu, özgür iradeyle değil, başkalarının varlığına bağımlı bir varoluş biçimiyle ilişkilendirir.
Beğenilmek için yaşamak, kısa vadede bireyin sosyal ilişkilerini kolaylaştırabilir; ancak uzun vadede ciddi psikolojik bedelleri vardır:
Kaygı ve Anksiyete: “Beğenilmeyecek miyim?” korkusu
Depresyon: Sürekli onay arayıp bulamamanın getirdiği boşluk
Kimlik karmaşası: Gerçekten ne istediğini bilememe
Kronik tatminsizlik: Başarılar bile yeterli hissettirmez
Bağımlılık: Onaya, ilişkilere ya da başarıya aşırı bağımlı hale gelme
İçsel özgürlüğün kaybı: Sürekli başkaları için yaşama hissi
Bu sorunun yanıtı, bireyin kendi iç dünyasını ne kadar fark ettiğine bağlıdır. Beğenilme çabasının gerçek bir tercih mi, yoksa çocukluktan, toplumdan ya da korkulardan gelen içsel bir zorunluluk mu olduğunu anlamak için birey şu soruları kendine sormalıdır:
Beğenilmeye çalışırken ne hissediyorum? Güçlü müyüm, yoksa çaresiz mi?
Beğenilmezsem kendimi değersiz mi hissediyorum?
Gerçekten ne zaman kendim gibi hissediyorum?
Ne zaman “rol yapıyorum” gibi hissediyorum?
İçimde bana ait olmayan hangi sesler var?
Bu sorularla yüzleşmek, beğenilme çabasının gerçek mi, yoksa içselleştirilmiş bir dayatma mı olduğunu anlamada ilk adımdır.
Kendini beğendirme çabasının kaynağını fark etmek, kişinin kendiyle yeniden temas kurmasını sağlar. Bunun için:
Psikoterapi: Özellikle içgörü odaklı terapiler (psikanaliz, varoluşsal terapi, IFS) bu konuda derin farkındalık kazandırabilir.
Meditasyon ve farkındalık çalışmaları: İçsel sesleri ayırt etmeye yardımcı olur.
Otantik ilişkiler kurmak: Beğenilme kaygısı olmadan kendini açabileceğin ilişkiler içinde bulunmak, gerçek benliği güçlendirir.
Hayır diyebilmek: Kendini sınırlarla korumak ve içsel özgürlüğünü pekiştirmek.
Değerleri yeniden tanımlamak: Beğenilmek mi, kendin gibi yaşamak mı?
Kendini başkalarına beğendirme çaban; eğer içinden gelen bir paylaşım, doğal bir iletişim ve karşılıklı sevgi arayışıysa sağlıklı ve insancıldır. Ancak bu çaba bir zorunluluğa, bir yaşam amacına, bir hayatta kalma stratejisine dönüşmüşse artık senin tercihin olmaktan çıkar.
Gerçek özgürlük, başkalarının beğenisini kazanmaya çalışmadan, kendini beğenerek yaşamaktan geçer.